Degirmenden Mektuplar Ozet
ÖNSÖZ
"Pampérigouste'ta oturan noter Honorat Grapazi'nin önünde,
Vivette Cornille'in kocası ve Cigalières'de çiftçilikle uğraşıp yine aynı yerde oturan Bay Gaspard Mitifio,
İşbu satış senedi gereğince, Paris'te oturan ve şu anda burada bulunan şair Bay Alphonse Daudet'ye Rhöne koyağında, Provence'ın göbeğinde, yemyeşil çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir yamaç üzerinde bulunan bir un ve yel değirmenini, bütün hukuksal ve fiili güvenceleri altında ve her tür borç, ayrıcalık ve tutudan uzak olarak sattığını ve teslim eylediğini ve kanatlarının ucuna değin çıkan yabanıl asma, yosun, biberiye ve öteki asalak bitkilerden de anlaşılacağı üzere, sözü geçen değirmenin yirmi yılı aşkın bir zamandan beri bırakılmış ve öğütme özelliğinden tümüyle yoksun bulunduğunu,
Buna karşın Bay Alphonse Daudet'nin sözü geçen değirmeni, kırık bulunan büyük çarkı ve tuğlaları arasından ot biten düzlüğüyle, olduğu ve bulunduğu gibi isteğine ve şairlik çalışmasına uygun olduğunu belirterek satıcıya karşı hiçbir vazgeçme hakkı olamamak ve yapılması olası onarım için yararı ve hasarı kendisinin olmak koşuluyla kabul ettiğini,
Bu satışın iki tarafça anlaşılan fiyat üzerinden şair Bay Alphonse Daudet tarafından noterlik yazıhanesi üstüne konan geçer akçayla hesap edilmiş bedelin, aşağıda imzaları bulunan noterlerle tanıkların gözleri önünde ve alındı karşılığında, Bay Mitifio tarafından tümüyle alınarak yapılmış olduğunu,
İşbu işlemin Pampérigouste'ta, noter Honorat'nın işyerinde, fifreci Francet Mamai ile beyaz cüppeli tövbe etmişlerin haç taşıyıcısı Quique takma adıyla tanınan Louiset'nin yanında yapıldığını,
Ve senedin okunarak taraflar ve noterce imzalandığını..."
YERLEŞME
Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısını kapalı ve duvarlarla öndeki düzlüğü otlar bürümüş göre göre, sonunda değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve yeri uygun bularak, burasını tıpkı bir karargaha, stratejik bir üse dönüştürmüşlerdi. Burası sanki tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün, bunlardan, abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarını ay ışığına uzatıp ısınmaktaydılar. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! Bütün ordugah bozguna uğradı ve kuyruk havada, bütün o küçük beyaz kıçlar, haydi fundalığa. Umarım, yine gelirler.
Beni görünce şaşıranlardan biri de, yirmi yıldan beri değirmende oturan, birinci katın kiracısı, düşünür tavırlı, yaşlı ve korkunç bir baykuş oldu. Kendisini yukarıki odada, ana milin üstünde, sıva ve kiremit parçaları arasında dimdik ve kıpırtısız buldum. Bana yuvarlak gözleriyle bir an baktı, sonra beni yabancı bulmuş olacak ki, "Hu! Hu!" demeye ve tozdan kurşuni bir renk almış kanatlarını güçlükle çırpmaya başladı. Ah, bu düşünürler! Fırça nedir, bilmezler!... Neyse, bu kırpışık gözlü ve asık yüzlü sessiz kiracı, bu haliyle hepsinden çok hoşuma gitti. Ben de hemen kira sözleşmesini yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki girişiyle birlikte, onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.
***
İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına dek açık, çevre günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alpler'in zarif tepeleri beliriyor... Çıt yok... Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Bütün bu güzel Provence görünümü, ancak ışıkla can buluyor.
Artık, nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Parisinizi özlerim! Değirmenimden öyle hoşnutum ki! Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, paytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu, ılık bir köşe! Çevremde ne güzel şeyler var! Henüz yerleşeli sekiz gün olmadan, içim anı ve izlenimlerle dolup taşıyor... Bakın, daha dün akşam yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim. Vallahi bu hafta içinde Paris tiyatrolarında taze taze gördüğünüz bütün o oyunlara bu görünümü değişmem. Siz hak verin!
Şunu bilin ki, Provence'ta sıcaklar başlayınca, davarı Alplere göndermek görenektir. Hayvanlar ve insanlar bir arada, yukarıda açık havada, bellerine değin ota gömülü, beş altı ay kalır; sonra, güzün ilk serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu; sabahtan beri çiftlik kapısının iki kanadı da ardına dek açıktı, ağıllar taze samanla doluydu. Herkes, saat başında, birbirine "Şimdi Eyguières'e varmışlardır; şimdi Paradou'dadırlar," diyordu. Sonunda akşama doğru, "İşte göründüler!" diye bağrışıldı. Artık ta uzakta, sürünün bir toz bulutu içinde yaklaştığını görüyoruz. Sanki bütün yol sürüyle birlikte yürüyor gibi.
Başta tos vurur gibi boynuzlarını uzatmış, yaban yaban, yaşlı koçlar yürüyor, arkada da yavrulamışları biraz bezgin, kuzuları ayak altında, bütün koyun sürüsü geliyordu. Sonra bir günlük kuzuları küfede sallaya sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonra dilleri bir karış sarkmış, kan ter içinde çomarlar, daha sonra da harmani gibi topuklarına dek inen devetüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı çoban.
Bütün bu topluluk, keyifli keyifli önümüzden geçiyor; bir sağanak gürültüsüyle yeri çiğneye çiğneye kapıdan içeri dalıyordu. Evdeki telaşı görmeliydiniz! Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı kocaman tavuslar, tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve korkunç bir boru sesiyle karşıladılar. Kümes halkının uykusu başına sıçradı, herkes ayakta: Güvercinler, beçtavukları, ördekler, hindiler, hepsi... Bütün kümes çılgına döndü, tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her koyun kendi postunda yabanıl bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından biraz getirmiş.
İşte böyle bir gürültü patırtı içinde, sürü yerine yerleşiyordu. Bu nasıl da hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce, yaşlı koçların gözleri sulanıyor, kuzular, miniminileri, yolda doğup da çiftliği hiç görmemiş olanları, şaşkın şaşkın, çevrelerine bakınıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin haliydi: O sürünün çevresinde harıl harıl koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar kendilerini çağırsın, kuyunun ağzına dek soğuk suyla dolu kovası, istediği kadar onlara işaret etsin; boşuna! Onlar, sürü ağıla girmedikçe, küçük çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak tavanlı yemekhanede sofra başına oturmadıkça, hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Ancak o zaman kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve tiritlerini yalayıp yutarken, o kurtların dolaştığı ve ağızlarına dek çiğle dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunduğu karanlık diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.
BEAUCAIRE YOLCU ARABASI
Buraya geldiğim gündü. Pek öyle uzun boylu yollara düşmeden arabalığına dönüvermek olanağı varken, sırf çok uzaklardan geliyormuş duygusunu vermek için, yol boyunca salına salına dolaşan köhne bir salapuryaya, yani Beaucaire yolcu arabasına binmiştim. Üst katta, arabacıdan başka, beş kişiydik.
Önce, kısa boylu, tıknaz, kıllı, yabanıl hayvan kokan, iri gözleri kan çanağı, kulaklarında gümüş küpelerle bir Camargue korucusu, sonra iki Beaucaireli ekmekçiyle hamurcusu, ikisi de kıpkırmızı, tıknefes, ama yandan bakılınca profil görkemli, sanki Vitellius'un suratı kazınmış iki Roma madalyası... Bundan başka, en önde, arabacının yanında bir adam... Yoo, özür dilerim; bir kasket... Ağzını açmadan, üzgün üzgün yola bakan, tavşan derisinden kocaman bir kasket.
Bütün bu adamlar birbirlerini tanıyorlar ve hiç çekinmeden, yüksek sesle kendi işlerinden söz ediyorlardı. Camarguelı birisi, bir çobana yaba salladı diye, Nimes'daki sorgu yargıcının karşısına çıkarıldığını ve oradan döndüğünü anlatıyordu. Eh, Camarguelıların kanı kaynar doğrusu... Ya Beaucairelilerinki? Az kalsın Meryem Ana yüzünden birbirlerini boğazlayacaklardı. Sanırım ekmekçi, Provencelıların öteden beri "Anacık" dedikleri, hani o İsa çocuğu kollarında taşıyan Meryem Ana'ya bağlı kilisenin bağlılarındanmış. Hamurcusuysa, tersine, erden Meryem'e, hani kolları sarkık, ellerinden ışık saçan ve gülümseyen o güzel betime [tasvire] adanmış yepyeni bir kilisede ilahi okurmuş. İşte kavganın nedeni buydu. Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi:
- O senin erden dediğin karının maşallahı vardır!
- Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur!
- Seninki Filistin'de az mı fındık kırdı!
- Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kim bilir ne haltlar etmiştir. İstersen bir sor bakalım, Yusuf Neccar'a!...
Bir bıçak bıçağa gelmedikleri kalmıştı. Hani o da olsaydı, insan kendini Napoli rıhtımlarında sanacaktı. Arabacı işe karışmasaydı, belki de bu güzel din tartışmasının sonu kötüye varacaktı. Bereket versin arabacıya. Beaucairelilere gülerek:
- Bırakın canım! Şu Meryem Ananızla kafa şişirmeyin! Bunlar, karı dedikodusu, karı. Erkekler böyle şeylere karışmaz! dedi ve her şeyden kuşkulanan bir adam tavrıyla kırbacını şaklattı. Onun bu hali, herkesi kendisine hak verdirdi.
Tartışma kesilmişti, ama bir kez coşmuş olan ekmekçi, içinde kalanları da şöyle bir boşaltmak istiyordu. Tuttu, köşesinde sessiz ve üzünçlü oturup duran zavallı kaskete, alaycı bir tavırla:
- Ya senin karı, bileyci?... dedi, seninkinin Meryem Anası, hangisi?
Bu tümcede pek gülünç bir cinas olmalı ki, bütün üst kattakiler hep birden, bastılar kahkahayı... Bileyci, gülmüyordu; sanki işitmemiş gibiydi. Ekmekçi, bu hali görünce, bana döndü:
- Karısını bilmezsiniz, değil mi mösyö? Acayip karıdır vesselam! Beaucaire'de bir eşi daha yoktur.
Gülüşmeler arttı. Bileyci kıpırdamadı bile. Yalnız, başını kaldırmadan, yavaşça:
- Sus be ekmekçi! demekle kaldı.
Ama bu hınzır ekmekçinin susmaya hiç de gönlü yoktu, yeniden tutturdu:
- Aman Allah! Böyle bir karısı olan herifin acınacak nesi var? İnsanın öylesiyle canı sıkılır mı hiç? Değil mi ya?.. Yosmayı her altı ayda bir kaçırırlar. Dönüşte de size bol bol öyküler anlatır... Hem canım, öyle karı kocalığa can kurban! Bakın, mösyö, daha evleneli bir yıl olmuştu ki, hop, karı bir çikolata tüccarıyla İspanya'ya kapağı attı. Kocası evinde yapayalnız kaldı. Zamanını ağlamakla, kafayı çekmekle geçirdi. Bir zaman sonra, gördük ki yosma, İspanyol kılığında, elinde bir zilli tef, memlekete dönmüş! Kendisine!
- Aman! dedik, saklan; herif seni öldürecek!..
Öldürmek ha!.. Allah için!.. Kuzu kuzu yine karı koca oldular. Karı tuttu, kendisine zilli tef çalmayı bile öğretti.
Yine kahkahalar koptu. Bileyci, köşesinde, yine başını kaldırmadan mırıldandı:
- Sus be ekmekçi!
Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
- Belki de bu yosma, İspanya'dan döndükten sonra, artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!.. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol'dan sonra, bir subay peydahladı, sonra Rhône'da sandalcılık eden bir herif, daha sonra bir çalgıcı, daha sonra... yine birisi!.. Asıl işin hoş yanı, her seferinde aynı güldürü. Karı gitti mi, seninki ağlar; bir de dönüp geldi mi, çektiklerini çabucak unutur. Her zaman karıyı kaçırırlar, her seferinde herif yine kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır ha! Lokman hekimin ye dediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak; üstelik süt gibi bir ten, erkek gördü mü, hemen gülüveren ela ela gözler... Sözün kısası, Parisli mösyö, Beaucaire'e yolunuz düşerse...
Zavallı bileyci, yürek paralayan bir sesle:
- Ah, sus be ekmekçi! dedi. Yalvarırım sana...
Tam o sırada araba durdu. Anglores Çiftliği'ne varmıştık, Beucairelilerin ikisi de burada inecekti. Doğrusu, onları alıkoymak aklımdan bile geçmedi. Hınzır ekmekçi! Çiftliğin avlusundan hâlâ kahkahası duyuluyordu.
***
Bu adamlar gidince, arabanın üst katı boşalmıştı sanki. Camarguelı da Arles'da indi. Arabacı yolda, atlarının yanı sıra yürüyordu. Yukarıda, her birimiz kendi köşemizde, bileyciyle ben kalmıştım. Susuyorduk. Hava sıcaktı, arabanın meşini sanki yanıyordu. Zaman zaman gözlerimin kapandığını, başımın ağırlaştığını duyuyordum. Ama uyuyabilirsen uyu! Kulağımda hep o yumuşak, o insanın içini burkan "Sus be, yalvarırım sana!" sözü... Zavallı adam, o da uyumuyordu. Arkadan, koca omuzlarının ürperdiğini, elinin, o solgun ve kaba elinin yaşlı bir adamın eli gibi sıranın dayanılacak yerinde titrediğini görüyordum. Ağlıyordu...
Arabacı birdenbire bana:
- Parisli, geldik artık! diye seslendi. Kırbacıın ucuyla da, üstünde kocaman bir kelebek gibi iğnelenmiş değirmeniyle bizim tepeyi gösteriyordu.
Hemen inecektim... Bileycinin yanından geçerken, şu kasketin altına bir bakayım dedim. Gitmeden önce kendisini görmek istiyordum. Zavallı, niyetimi anlamış gibi, birdenbire başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. Boğuk bir sesle:
- Bana iyi bak, arkadaş! dedi, günün birinde Beaucaire'de bir cinayet olduğunu duyacak olursan, hiç çekinmeden katilin kim olduğunu biliyorum diyebilirsin!
Yüzü küçücük solgun gözleriyle, nasıl da sönük ve üzünçlüydü. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu seste kin vardı. Kin, zayıfların öfkesi!.. Karısı olsaydım, kendisinden sakınırdım!
CORNILLE USTA'NIN GİZİ
Ara sıra, geceleri bizde şarap içerek vakit geçiren Francet Mamai yok mu? Hani canım, şu yaşlı fifreci! İşte o... Geçen akşam, yirmi yıl önce bizim değirmende geçen küçük bir köy faciasını anlattı. Adamın öyküsü bana öyle dokundu ki, ben de size duyduklarımı olduğu gibi anlatmak istiyorum:
Bir an düşünün sevgili okurlarım; buram buram kokan bir şarap testisinin önüne oturmuşsunuz da, yaşlı bir fifreciyi dinliyorsunuz.
Ah efendim, bizim memleket, eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden burada değirmencilik öyle işlek bir sanattı ki, çepeçevre on fersahlık yerden, çiftlikler öğütülecek buğdayı bize getirirlerdi. Köyü saran tepeler, yeldeğirmenleriyle kaplıydı. Sağda, solda, mistral (*) esince çamların üstünden, dönen kanatlarla, yollar boyunca inip çıkan çuval yüklü eşek katarlarından başka bir şey görülmezdi. Bütün hafta, yukarıdan gelen kırbaç seslerini, kanat tıkırtısını, değirmenci çıraklarının deh-çüşünü dinlemek, ne hoştu!... Pazarları, öbek öbek, değirmenlere giderdik. Yukarıda değirmenciler, bize şarap sunarlardı. Hele değirmenci kızları! Dantelalı atkıları ve altın haçlarıyla, kraliçeler gibi güzeldiler. Ben de fifremi getirirdim; gece oluncaya dek dans edilirdi. Değirmenciler, bizim memleketin şenliği, zenginliğiydi.
Ne yazık ki, Parisli birkaç Fransızın aklına, Tarascon yolu üzerinde bir un fabrikası kurmak geldi. Bilirsiniz ya, eskinin alıcısı olmaz, derler. Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar. Zavallı yel değirmenleri, böylece işsiz kaldı. Başlangıçta, bir süre dayanmaya yeltendiler; ama fabrika daha güçlü çıktı ve hepsine topu attırdı... Artık o küçücük eşekler gelmez oldu... Güzel değirmenci kızları, altın haçlarını sattılar... Ne şarap kaldı, ne de dans... İstediği kadar mistral essin, kanatlar artık dönmüyordu... Sonunda bir gün, belediye bu yıkıntıları yerle bir ettirdi ve yerlerine asmalar ve zeytin ağaçları dikildi.
Ama bu bozgun havası içinde, bir tek değirmen kafa tutuyor ve tepenin üstünde, fabrikacılara inat, boyuna dönüp duruyordu. Bu, Cornille Usta'nın değirmeniydi; işte şu anda içinde bulunduğumuz değirmen!..
***
Cornille Usta, altmış yıldan beri unlar içinde yaşamış, sanatına çılgın gibi bağlı, yaşl bir değirmenciydi. Fabrikaların kurulması onu deliye döndürmüştü. Tam bir hafta, köyün içinde sağa sola başvurdu, halkı başına topladı, fabrika unuyla Provence halkını zehirlemek istediklerini bağıra çağıra söyledi, durdu. "Sakın ha, oraya gitmeyin," diyordu, "Bu haydutlar, un yapmak için buhar kullanıyor. Buhar şeytan işidir. Ama ben poyrazla, mistralle çalışırım. Poyrazla mistral, Tanrı'nın soluğudur..." Böylece yel değirmenlerini övmek için ne güzel sözler buluyordu; buluyordu, ama kimsenin kulak astığı da yoktu.
Bunun üzerine, yaşlı adam kudurmuşa dönerek değirmenine kapandı ve yabanıl bir hayvan gibi, tek başına yaşadı. Yanına torunu Vivette'i bile almak istemiyordu. On beş yaşındaki bu kız çocuğunun, anası babası öldükten sonra, dünyada ondan başka kimsesi kalmamıştı. Kızcağız, karnını doyurmak için şurada burada, çiftliklerde ekin kaldırdı, ipek böceklerine baktı, zeytin ağaçlarının dibini çapaladı. Oysa büyükbabası kendisini de pek sever görünüyordu. Sık sık torununu görmek için kızgın güneşin altında, ta kızın çalıştığı çiftliğe dek, saatlerce taban tepiyor ve yanına gelince de, saatlerce kızın yüzüne bakarak ağlıyordu...
Memlekette herkes, yaşlı değirmencinin, elisıkılıktan Vivette'i kapı dışarı ettiğini sanıyordu. Torununun böyle, bir çiftlikten öbür çiftliğe sürünüp durması, kahyaların kabalığına hedef olması, genç hizmetçiler dünyasının her türlü yoksunluğu içinde yuvarlanıp gitmesi, hep onun suçudur, deniyordu. Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o zamana dek herkesin saydığı bir adamın, yalınayak, başında delik deşik bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hiç de hoşa gitmiyordu... Öyle ki, pazarları kiliseye girdiğini görünce, biz yaşlılar, onun hesabına utanıyorduk. Cornille, bu durumumuzu anlamıştı; o da gelip ileri gelenlere ayrılmış olan sıraya oturmaktan çekiniyor, kilisenin bir yanında, kutsal su kabının yanıbaşında, yoksullarla birlikte ayakta duruyordu.
Cornille Usta'nın halinde, anlamını pek kavrayamadığımız bir şeyler vardı yine. Epey zamandan beri, köyden kendisine kimsenin buğday götürdüğü yoktu, ama değirmenin kanatları, yine eskisi gibi dönüp duruyordu... Akşamları, yollarda, önüne kocaman un çuvalları yüklü eşeğini katmış giden yaşlı değirmenciye raslayanlar çoktu. Köylüler ona:
- Akşamlar hayır olsun, Cornille Usta! diye sesleniyorlardı. Nasıl, değirmen hep dönüyor mu?
Yaşlı adam, neşeli neşeli:
- Hep dönüyor, çocuğum! diyordu. Tanrı'ya şükür, işsiz kaldığımız yok!
Bunca işi nereden bulduğu sorulunca da, parmağını dudağına götürüyor ve pek ciddi bir tavırla, "Aman susss!" diyordu. "Dışsatım için çalışıyorum..." Ağzından daha çoğunu kapmak olanaksızdı.
Değirmene ayak basmaya gelince, onu bir kalem geç. Vivetteciğin bile girdiği yoktu...
Önünden geçildikçe, kapının hep kapalı, kocaman kanatlarınsa hep dönmekte olduğu görülürdü. Kocamış eşek hep alandaki çimenlerin üzerinde otlar, pencerenin pervazında upuzun ve sıska bir kedi güneşlenir ve gelip geçene hain hain bakardı.
Bütün bunlar, halka gizemli geliyor ve herkesin çenesini yoruyordu. Cornille Usta'nın gizini, herkes kendine göre açıklıyordu. Ama genel kanı, bu değirmende un çuvalından çok altın bulunduğu yolundaydı.
***
Sonunda her şey ortaya çıktı. Bakın nasıl:
Genç kızlarla delikanlıları fifre çalarak dans ettirip dururken, bir gün, bizim oğlanların büyüğüyle Vivetteciğin birbirlerine abayı yaktıklarını anladım. Doğrusu bu işe hiç de kızmadım, çünkü ne de olsa Cornille adının aramızda onuru, saygınlığı vardı; hem sonra, o güzel kızcağızın evimde keklik gibi sektiğini görmek pek hoşuma gidecekti. Yalnız, bizim sevdalılar, birbirlerini pek sık gördükleri için, ne olur ne olmaz, bir kaza çıkmasın diye, hemen işi yoluna koymak istedim ve büyükbabaya konuyu çıtlatmak amacıyla değirmene yollandım. Yollandım ama, yaşlı büyücüye kapıyı açtırmak ne mümkün! Anahtar deliğinden, zar zor, ne için geldiğimi anlatmak istedim. Söz söylerken, o Tanrı'nın belası sıska kedi, tepemin üstünde şeytan gibi pıhlayıp duruyordu.
Yaşlı adam sözümü bitirmeme bile zaman bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra çağıra söyledi durdu. Yok defolup gitmeliymişim, yok fifremle uğraşmalıymışım, yok oğlumu hemen evlendirmek istiyorsam, un fabrikasından kız almalıymışım... Elbette, bu kötü sözleri duyunca kan beynime sıçradı, ama yine kendimi tuttum; bunağı değirmende bırakarak döndüm ve çocuklara başıma gelenleri anlattım. Yavrucaklar bir türlü inanamıyorlardı. Her ikisi de birlikte, büyükbabayla görüşmek üzere değirmene gitmek iznini, bir iyilikmiş gibi isteyince, ben de olmaz diyemedim. Bizim sevdalılar da, fırt, hemen uçup gittiler.
Tam yukarıya vardıkları sırada, Cornille Usta değirmenden çıkmışmış. Kapı adamakıllı kilitliymiş, ama yaşlı adam merdivenini dışarıda bırakmış. Hemen çocukların aklına, pencereden girip şu ünlü değirmene bir göz atmak gelmiş...
Tuhaf şey! Değirmen taşının bulunduğu yer, bomboşmuş. Ne bir çuval, ne bir buğday tanesi... Ne duvarlarda, ne de örümcek ağlarının üstünde undan bir iz varmış. Değirmenlerde duyulan o sıcak öğütülmüş buğday kokusu bile yokmuş... Ana mil toz içindeymiş ve sıska kedi, üstüne çıkmış, uyuyormuş.
Alttaki odada da aynı durum... Kötü bir yatak, bir kaç paçavra, merdivenin basamağı üzerinde bir parça ekmek, sonra bir köşede, patlamış yerlerinden kireç ve alçı topakları dökülen üç, dört çuval...
İşte Cornille Usta'nın gizi buradaydı. Değirmenin onurunu kurtarmak ve herkesi içerde buğday öğütüldüğüne inandırmak için, akşamları yollarda dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsüydü. Zavallı değirmen! Zavallı Cornille!... Çoktan beri un fabrikaları, bütün işi ellerine almışlardı. Kanatlar, boyuna işliyordu, ama değirmen taşı boşta dönüyordu.
Çocuklar ağlaya ağlaya bana gördüklerini anlattılar. Onları dinledikçe, yüreğim parçalanacak gibi oluyordu. Hemen, dakika geçirmeden, komşulara koştum ve onlara, iki sözle konuyu anlattım. Hemen, evlerde tahıl olarak ne varsa yükletip Cornille'in değirmenine götürmeyi kararlaştırdık. Dediğimizi de hemen yaptık. Bütün köy halkı yola düzüldük ve buğday (ama bu kez gerçek buğday) yüklü bir eşek kervanıyla yukarıya vardık.
Değirmenin kapıları ardına dek açıktı... Cornille Usta kapının önünde, bir alçı çuvalının üstüne oturmuş, başını elleri arasına almış, ağlayıp duruyordu. Değirmene döndüğü zaman, kendisi yokken içeriye girdiklerini ve o üzücü gizi öğrendiklerini anlamıştı.
- Vah zavallı ben! diyordu, artık ölmekten başka umarım kalmadı... Değirmenin onuru bitti!
Değirmenine türlü türlü adlar takıp, ona bir insanmış gibi söz söyleyerek, yürekleri paralayan hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu.
Bu sırada eşekler, değirmenin önündeki düzlüğe varmışlardı; biz de, o eski zamanlarda olduğu gibi, var gücümüzle:
- Hey değirmenci! Hey, Cornille Usta! diye bağrışmaya başladık.
Hemen çuvallar kapının önüne yığıldı ve altın gibi buğday taneleri, her yandan yerlere döküldü.
Cornille Usta'nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
- Buğday bu! Tanrım! diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.
Sonra bize dönerek:
- Ah, yine bana geleceğinizi biliyordum, diyordu. Bütün bu un fabrikalarındaki herifler hırsızdır.
Kendisini omzumuza alarak alayla köye götürmek istiyorduk:
- Hayır, olmaz çocuklarım, diyordu. Her şeyden önce gidip değirmenime besinini vereyim. Ne zamandan beri ağzına bir lokma girmedi.
Zavallı yaşlı adamın, bir yandan çuvalları boşaltmak, bir yandan da unun incecik beyaz tozu tavana yükselirken değirmentaşını yönetmek için bir sağa, bir sola çırpınıp durduğunu gördükçe, hepimizin gözleri doluyordu.
Kendimizi övmek gibi olmasın, ama o günden sonra, yaşlı değirmenciyi hiç işsiz bırakmadık. Sonunda, bir sabah Cornille Usta öldü ve bizim son yeldeğirmenimizin kanatları bu kez sonsuza dek durdu... Cornille ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim! Bu dünyada her şeyin bir sonu var. Rhône boyunca gidip gelen pazar kayıklarının, kukuleteli boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası nasıl geçmişse, yeldeğirmenleri de artık tarihe karışmış olmalı!.