Kayıt
13 Mart 2007
Mesajlar
767
Beğeniler
0
FearLess017 demiş ki:
hehe süper oldu ya bu zaten başlık açacaktım bu konuda. neyse ya bizim tarih hocası Şu Çılgın Türkleri okuyup özetini çıkarmamızı istiyo. ben geçen sene okudum kitabı ama özetini çıakracak kadar hatırlamıyorum ve bizim hoca internette olan bütün özetlere bakmış. bakmadığını düşündüğünüz bi özeti varsa burada paylaşırsanız çok sevinirim. teşekkürler

Yazar kitabı genel olarak iki bölüme ayırmıştır.
Birinci bölümde genel anlamıyla Yunan Büyük Taarruzu’nu anlatmaktadır.
Bu bölümün ilk kısmı, Kütahya-Eskişehir Savaşına Hazırlık (1 Nisan 1921 -10 Temmuz 1921)’tır. İnönü meydan muharebeleri’nde Yunan ordusunun ilerleyişini durduran Türk ordusu, İngilizler başta olmak üzere bütün İtilaf devletlerini ve içimizdeki İngiliz yaltakçılarını da şaşırtmış ve bir o kadarda korkutmaya başlamıştı. Bu zaferin ardından ordunun kendine olan güveni kendine gelmiş ve düşman işgali altında olan topraklardaki milletinde bağımsızlık duygularını daha da bir ateşlemişti. Ancak Yunan ordusu bu yenilgiyi hiç planlamadığı için daha büyük ve güçlü bir taarruza girişmek için hazırlıklar yapmaktaydı. Türk ordusu o dönemdeki hali, silah ve personel bakımından Yunan ordusu karşısında oldukça güçsüz bir durumdaydı. Bu kısımda ayrıntılı olarak, 1nci ve 2nci İnönü meydan muharebelerinin seyri ve işgal altındaki İstanbul’da ve Londra’da kapalı kapılar altında neler konuşulduğu ve Yunan ordusu ve Türk ordusu’nun müteakip savaşa hazırlıkları ve Yunan tehlikesi yetmezmiş gibi İngiliz yanlısı vatan hainlerinin bağımsızlığa karşı verdikleri mücadele anlatılmakta daha doğrusu belgelerle ortaya konmaktadır.

İkinci kısım Kütahya-Eskişehir Savaşı (10 Temmuz 1921 - 24 Temmuz 1921)’dır. 10 Temmuz 1921 Pazar günü saat 04.00'te Yunan ordusu, cephe gerisinde güvenliği sağlamak için yeterli kuvvet bıraktıktan sonra, Söğüt-Afyon arasındaki 170 km. uzunluğundaki Türk cephesine doğru beş kol halinde harekete geçti. 1921 yılının üçüncü savaşı yola çıkmıştı. Yunanlılar Türklere, yeniden kurdukları orduyu güçlendirebilecekleri genişçe zamanı hiç vermemişlerdi. En fazla iki ay ara verip yeniden saldırıyorlardı. Bu savaşın içinde olan kahramanlıkları özetlemek oldukça zordur. Sayısız kahramanlıktan bir kısmı kitapta yazar tarafından ortaya konmuştur. Ancak bu kitap bir roman havasında yazıldığı için bu bölümdede ana kahramanlardan ikisi olan Yzb. Faruk ve Nesrin’in başından geçenler kitaba oldukça duygusal bir hava katmaktadır.sonuç itibariyle Türk ordusu bu muharebeden yenik ayrılmış, Kütahya ve Eskişehir düşman eline geçmiş ve bu bağısız Türk devleti düşmanlarını ümitlendirmişti.bu savaş neticesinde Ankara gerçekten tarih sahnesinden silinmek üzere miydi, yoksa Türkler bir yeniden doğuşun eşiğinde miydiler? Zaman gösterecekti

Üçüncü kısıma Sakarya Savaşı'na Hazırlık (25 Temmuz 1921 - 13 Ağustos 1921) adı verilmiş. Bu bölümde Kütahya-Eskişehir yenilgisinin ardından ordunun Sakarya nehri doğusuna çekilmesi kararı ile bunun TBMM’nde ki yankıları ve Mustafa Kemal Paşa’nın bu konu hakkındaki eleştirilere ve meclis içindeki karşıtlara karşı uyguladığı akıllı politikalar ve Başkomutan olarak orudunun başına geçmesi, ve bitmiş denilen Türk halkının kadını erkeği, genci yaşlısı ile dünyaya nasıl kafa tuttuğu ağırlıklı olarak detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Bu kısımda ilgi çeken bir kaç noktadan biride yenilginin ardından yaklaşık 30.000 civarında askerin firar etmesinin belirtilmesidir.

Dördüncü kısım ise Ankara'ya Yürüyüş (14 Ağustos 1921 - 22 Ağustos 1921) adı altında anlatılmıştır. Bu bölüm sekiz gün kadar bir süreyi kapsamakla beraber, Yunan ordusunun Ankara yolunu açmak için giriştiği en büyük çaplı taarruz harekatı için düzen almasını ve bu esnada Ankara ve cephede gelişen olaylar anlatılmaktadır. Çünkü bu taarruz Yunanlıların son güçlerini kullanacakları en büyük taarruzları olacaktır. Eğer muharebeyi kazanırlar ise Ankara yolu açılmış olacak ve savaşın genelini kazanamış olacaklardır, eğer kaybederlerse, son güçlerinide burada kullanacakları için bir daha taaruz etmek için yeterli gücü bulamayacaklardır.

Beşinci kısım Sakarya Savaşı (23 Ağustos 1921 -13 Eylül 1921)’nın anlatıldığı kısımdır. Askerlik tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Sakarya Savaşı 23 Ağustos 1921 Salı günü başladı. Bu savaşın askerlik tarihi ve bilimi açısından önemine gelince, bu savaşta Ataürk o güne kadarki savaş taktiklerini hiçe sayarak askerlik literatürüne yeni bir kavram katmıştır. Buda savunma hattının yarılmasıyla cephe bütünlüğünün bozulmaması için yapılacak toplu bir geri çekilmenin yanlış olduğu sadece cephesi yarılan birliğin geri çekilerek en uygun yerde tekrar tertiplenip muharebeye devam etmesi esasına dayanmaktadır. Yani kendi deyimiyle “Hatt-ı müdafa yoktur, sathı müdafa vardır o satıh bütün vatandır” kuralıdır. O güne kadar hiç uygulanmayan bu taktik sayesinde Türk Ordusu, kendinden hem silah ve araç hemde personel miktarı olarak kat kat güçlü Yunan ordusunun taarruzunu kırmış ve taarruz etme insiyatifini eline geçirmiştir. Bu açıklamanın önemini şu şekildede ifade etmek mümkündür. Sakarya Savaşı sonrasında Yunan ordusu kredisini tüketmiş ve aldıkları toprakları elinden çıkmaması için savunmaya geçmiş buna karşılık savaşın seyrini takip etme hakkındaki üstünlüğünü Türk ordusuna kaptırmıştır. Bundan sonra Türk ordusu ne zaman isterse o zaman savaş olacaktır.

Kitabın ikinci bölümünde ise yazar Türk Büyük Taarruzu adını vermiş ve detaylarıyla bu süreci anlatmıştır.

Bu bölümün birinci kısmı ise Büyük Taarruza Hazırlık (14 Eylül 1921 - 13 Ağustos 1922)’tır. Bu bölümde Mustafa kemal Paşa’nın başkomutanlığın uztılması ile ilgili karşılaştığı güçlükler ve Yunan ordusuna denk bir ordu yaratabilmek için yapılan çalışmalar, Yunan ordusundaki başkomutanlığın değişimi ile Sakarya savaşı’nın dünya kamuoyundaki yankıları anlatılmaktadır. Tabi bu sırada Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yapacağı devrimlerin temel çalışmalarıda yapılmaktadır. Bütün bunlar olurken Yunan orusuda Afyon ve Dumlupınar hattına çekilmekte ve geçtiği yerleri yakıp yıkmakta, oradaki halka türlü eziyetler yapmaktadır.

İkinci kısımda Afyon Güneyine Yürüyüş (14 Ağustos 1922 - 25 Ağustos 1922)adı altında Türk ordusunun planladığı baskın şeklindeki taaruz için tertiplenmesi ve birliklerin geceleri gizlice Afyon’un güneyine yığması, Yunan ordusunun savunma için tertiplenmesi detaylı olarak anlatılmaktadır.

Üçüncü ve son kısımda ise Türk ordusunun düşmanı vatanından atması ile sonuçlanacak olan Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922 -18 Eylül 1922)anlatılmaktadır. Bu bölümde Atatürk’ün askeri dehası bir kez daha gözönüne çıkmaktadır. Bir yılda geçilmez denilen Afyon tahkimatının bir gün içinde nasıl yarıldığı, Yunan birliklerinin nasıl çembere alınıp imha edildiği ve İzmir’e nasıl girildiği detaylarıyla anlatılmakta, Albay reşat gibi vazifesini namus bilen verilen emri istenilen zamanda yapamadığı için yaşamına son veren kahramanların kahramanlıklarından bir kısmı gözler önüne serilmektedir.

Sonuç olarak, Bu kitap, Türk Kurtuluş Savaşı’nın bilinmeyen yönlerini belgeleriyle ortaya koymaktadır.
 
A

Anonymous

Guest
Punsier demiş ki:
FearLess017 demiş ki:
hehe süper oldu ya bu zaten başlık açacaktım bu konuda. neyse ya bizim tarih hocası Şu Çılgın Türkleri okuyup özetini çıkarmamızı istiyo. ben geçen sene okudum kitabı ama özetini çıakracak kadar hatırlamıyorum ve bizim hoca internette olan bütün özetlere bakmış. bakmadığını düşündüğünüz bi özeti varsa burada paylaşırsanız çok sevinirim. teşekkürler

Yazar kitabı genel olarak iki bölüme ayırmıştır.
Birinci bölümde genel anlamıyla Yunan Büyük Taarruzu’nu anlatmaktadır.
Bu bölümün ilk kısmı, Kütahya-Eskişehir Savaşına Hazırlık (1 Nisan 1921 -10 Temmuz 1921)’tır. İnönü meydan muharebeleri’nde Yunan ordusunun ilerleyişini durduran Türk ordusu, İngilizler başta olmak üzere bütün İtilaf devletlerini ve içimizdeki İngiliz yaltakçılarını da şaşırtmış ve bir o kadarda korkutmaya başlamıştı. Bu zaferin ardından ordunun kendine olan güveni kendine gelmiş ve düşman işgali altında olan topraklardaki milletinde bağımsızlık duygularını daha da bir ateşlemişti. Ancak Yunan ordusu bu yenilgiyi hiç planlamadığı için daha büyük ve güçlü bir taarruza girişmek için hazırlıklar yapmaktaydı. Türk ordusu o dönemdeki hali, silah ve personel bakımından Yunan ordusu karşısında oldukça güçsüz bir durumdaydı. Bu kısımda ayrıntılı olarak, 1nci ve 2nci İnönü meydan muharebelerinin seyri ve işgal altındaki İstanbul’da ve Londra’da kapalı kapılar altında neler konuşulduğu ve Yunan ordusu ve Türk ordusu’nun müteakip savaşa hazırlıkları ve Yunan tehlikesi yetmezmiş gibi İngiliz yanlısı vatan hainlerinin bağımsızlığa karşı verdikleri mücadele anlatılmakta daha doğrusu belgelerle ortaya konmaktadır.

İkinci kısım Kütahya-Eskişehir Savaşı (10 Temmuz 1921 - 24 Temmuz 1921)’dır. 10 Temmuz 1921 Pazar günü saat 04.00'te Yunan ordusu, cephe gerisinde güvenliği sağlamak için yeterli kuvvet bıraktıktan sonra, Söğüt-Afyon arasındaki 170 km. uzunluğundaki Türk cephesine doğru beş kol halinde harekete geçti. 1921 yılının üçüncü savaşı yola çıkmıştı. Yunanlılar Türklere, yeniden kurdukları orduyu güçlendirebilecekleri genişçe zamanı hiç vermemişlerdi. En fazla iki ay ara verip yeniden saldırıyorlardı. Bu savaşın içinde olan kahramanlıkları özetlemek oldukça zordur. Sayısız kahramanlıktan bir kısmı kitapta yazar tarafından ortaya konmuştur. Ancak bu kitap bir roman havasında yazıldığı için bu bölümdede ana kahramanlardan ikisi olan Yzb. Faruk ve Nesrin’in başından geçenler kitaba oldukça duygusal bir hava katmaktadır.sonuç itibariyle Türk ordusu bu muharebeden yenik ayrılmış, Kütahya ve Eskişehir düşman eline geçmiş ve bu bağısız Türk devleti düşmanlarını ümitlendirmişti.bu savaş neticesinde Ankara gerçekten tarih sahnesinden silinmek üzere miydi, yoksa Türkler bir yeniden doğuşun eşiğinde miydiler? Zaman gösterecekti

Üçüncü kısıma Sakarya Savaşı'na Hazırlık (25 Temmuz 1921 - 13 Ağustos 1921) adı verilmiş. Bu bölümde Kütahya-Eskişehir yenilgisinin ardından ordunun Sakarya nehri doğusuna çekilmesi kararı ile bunun TBMM’nde ki yankıları ve Mustafa Kemal Paşa’nın bu konu hakkındaki eleştirilere ve meclis içindeki karşıtlara karşı uyguladığı akıllı politikalar ve Başkomutan olarak orudunun başına geçmesi, ve bitmiş denilen Türk halkının kadını erkeği, genci yaşlısı ile dünyaya nasıl kafa tuttuğu ağırlıklı olarak detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Bu kısımda ilgi çeken bir kaç noktadan biride yenilginin ardından yaklaşık 30.000 civarında askerin firar etmesinin belirtilmesidir.

Dördüncü kısım ise Ankara'ya Yürüyüş (14 Ağustos 1921 - 22 Ağustos 1921) adı altında anlatılmıştır. Bu bölüm sekiz gün kadar bir süreyi kapsamakla beraber, Yunan ordusunun Ankara yolunu açmak için giriştiği en büyük çaplı taarruz harekatı için düzen almasını ve bu esnada Ankara ve cephede gelişen olaylar anlatılmaktadır. Çünkü bu taarruz Yunanlıların son güçlerini kullanacakları en büyük taarruzları olacaktır. Eğer muharebeyi kazanırlar ise Ankara yolu açılmış olacak ve savaşın genelini kazanamış olacaklardır, eğer kaybederlerse, son güçlerinide burada kullanacakları için bir daha taaruz etmek için yeterli gücü bulamayacaklardır.

Beşinci kısım Sakarya Savaşı (23 Ağustos 1921 -13 Eylül 1921)’nın anlatıldığı kısımdır. Askerlik tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Sakarya Savaşı 23 Ağustos 1921 Salı günü başladı. Bu savaşın askerlik tarihi ve bilimi açısından önemine gelince, bu savaşta Ataürk o güne kadarki savaş taktiklerini hiçe sayarak askerlik literatürüne yeni bir kavram katmıştır. Buda savunma hattının yarılmasıyla cephe bütünlüğünün bozulmaması için yapılacak toplu bir geri çekilmenin yanlış olduğu sadece cephesi yarılan birliğin geri çekilerek en uygun yerde tekrar tertiplenip muharebeye devam etmesi esasına dayanmaktadır. Yani kendi deyimiyle “Hatt-ı müdafa yoktur, sathı müdafa vardır o satıh bütün vatandır” kuralıdır. O güne kadar hiç uygulanmayan bu taktik sayesinde Türk Ordusu, kendinden hem silah ve araç hemde personel miktarı olarak kat kat güçlü Yunan ordusunun taarruzunu kırmış ve taarruz etme insiyatifini eline geçirmiştir. Bu açıklamanın önemini şu şekildede ifade etmek mü**ündür. Sakarya Savaşı sonrasında Yunan ordusu kredisini tüketmiş ve aldıkları toprakları elinden çıkmaması için savunmaya geçmiş buna karşılık savaşın seyrini takip etme hakkındaki üstünlüğünü Türk ordusuna kaptırmıştır. Bundan sonra Türk ordusu ne zaman isterse o zaman savaş olacaktır.

Kitabın ikinci bölümünde ise yazar Türk Büyük Taarruzu adını vermiş ve detaylarıyla bu süreci anlatmıştır.

Bu bölümün birinci kısmı ise Büyük Taarruza Hazırlık (14 Eylül 1921 - 13 Ağustos 1922)’tır. Bu bölümde Mustafa kemal Paşa’nın başkomutanlığın uztılması ile ilgili karşılaştığı güçlükler ve Yunan ordusuna denk bir ordu yaratabilmek için yapılan çalışmalar, Yunan ordusundaki başkomutanlığın değişimi ile Sakarya savaşı’nın dünya kamuoyundaki yankıları anlatılmaktadır. Tabi bu sırada Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yapacağı devrimlerin temel çalışmalarıda yapılmaktadır. Bütün bunlar olurken Yunan orusuda Afyon ve Dumlupınar hattına çekilmekte ve geçtiği yerleri yakıp yıkmakta, oradaki halka türlü eziyetler yapmaktadır.

İkinci kısımda Afyon Güneyine Yürüyüş (14 Ağustos 1922 - 25 Ağustos 1922)adı altında Türk ordusunun planladığı baskın şeklindeki taaruz için tertiplenmesi ve birliklerin geceleri gizlice Afyon’un güneyine yığması, Yunan ordusunun savunma için tertiplenmesi detaylı olarak anlatılmaktadır.

Üçüncü ve son kısımda ise Türk ordusunun düşmanı vatanından atması ile sonuçlanacak olan Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922 -18 Eylül 1922)anlatılmaktadır. Bu bölümde Atatürk’ün askeri dehası bir kez daha gözönüne çıkmaktadır. Bir yılda geçilmez denilen Afyon tahkimatının bir gün içinde nasıl yarıldığı, Yunan birliklerinin nasıl çembere alınıp imha edildiği ve İzmir’e nasıl girildiği detaylarıyla anlatılmakta, Albay reşat gibi vazifesini namus bilen verilen emri istenilen zamanda yapamadığı için yaşamına son veren kahramanların kahramanlıklarından bir kısmı gözler önüne serilmektedir.

Sonuç olarak, Bu kitap, Türk Kurtuluş Savaşı’nın bilinmeyen yönlerini belgeleriyle ortaya koymaktadır.
çok tşk ederim ya saolasın
 
Kayıt
9 Temmuz 2007
Mesajlar
1.467
Beğeniler
0
Sokrates'in Savunması kitap özeti istiyorum.Bulabilirmisiniz lütfen :mrgreen: :mrgreen:
 
Kayıt
17 Mayıs 2007
Mesajlar
1.274
Beğeniler
0
Punsier demiş ki:
Degirmenden Mektuplar Ozet

ÖNSÖZ

"Pampérigouste'ta oturan noter Honorat Grapazi'nin önünde,
Vivette Cornille'in kocası ve Cigalières'de çiftçilikle uğraşıp yine aynı yerde oturan Bay Gaspard Mitifio,
İşbu satış senedi gereğince, Paris'te oturan ve şu anda burada bulunan şair Bay Alphonse Daudet'ye Rhöne koyağında, Provence'ın göbeğinde, yemyeşil çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir yamaç üzerinde bulunan bir un ve yel değirmenini, bütün hukuksal ve fiili güvenceleri altında ve her tür borç, ayrıcalık ve tutudan uzak olarak sattığını ve teslim eylediğini ve kanatlarının ucuna değin çıkan yabanıl asma, yosun, biberiye ve öteki asalak bitkilerden de anlaşılacağı üzere, sözü geçen değirmenin yirmi yılı aşkın bir zamandan beri bırakılmış ve öğütme özelliğinden tümüyle yoksun bulunduğunu,
Buna karşın Bay Alphonse Daudet'nin sözü geçen değirmeni, kırık bulunan büyük çarkı ve tuğlaları arasından ot biten düzlüğüyle, olduğu ve bulunduğu gibi isteğine ve şairlik çalışmasına uygun olduğunu belirterek satıcıya karşı hiçbir vazgeçme hakkı olamamak ve yapılması olası onarım için yararı ve hasarı kendisinin olmak koşuluyla kabul ettiğini,
Bu satışın iki tarafça anlaşılan fiyat üzerinden şair Bay Alphonse Daudet tarafından noterlik yazıhanesi üstüne konan geçer akçayla hesap edilmiş bedelin, aşağıda imzaları bulunan noterlerle tanıkların gözleri önünde ve alındı karşılığında, Bay Mitifio tarafından tümüyle alınarak yapılmış olduğunu,
İşbu işlemin Pampérigouste'ta, noter Honorat'nın işyerinde, fifreci Francet Mamai ile beyaz cüppeli tövbe etmişlerin haç taşıyıcısı Quique takma adıyla tanınan Louiset'nin yanında yapıldığını,
Ve senedin okunarak taraflar ve noterce imzalandığını..."

YERLEŞME

Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısını kapalı ve duvarlarla öndeki düzlüğü otlar bürümüş göre göre, sonunda değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve yeri uygun bularak, burasını tıpkı bir karargaha, stratejik bir üse dönüştürmüşlerdi. Burası sanki tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün, bunlardan, abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarını ay ışığına uzatıp ısınmaktaydılar. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! Bütün ordugah bozguna uğradı ve kuyruk havada, bütün o küçük beyaz kıçlar, haydi fundalığa. Umarım, yine gelirler.
Beni görünce şaşıranlardan biri de, yirmi yıldan beri değirmende oturan, birinci katın kiracısı, düşünür tavırlı, yaşlı ve korkunç bir baykuş oldu. Kendisini yukarıki odada, ana milin üstünde, sıva ve kiremit parçaları arasında dimdik ve kıpırtısız buldum. Bana yuvarlak gözleriyle bir an baktı, sonra beni yabancı bulmuş olacak ki, "Hu! Hu!" demeye ve tozdan kurşuni bir renk almış kanatlarını güçlükle çırpmaya başladı. Ah, bu düşünürler! Fırça nedir, bilmezler!... Neyse, bu kırpışık gözlü ve asık yüzlü sessiz kiracı, bu haliyle hepsinden çok hoşuma gitti. Ben de hemen kira sözleşmesini yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki girişiyle birlikte, onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.
***
İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına dek açık, çevre günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alpler'in zarif tepeleri beliriyor... Çıt yok... Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Bütün bu güzel Provence görünümü, ancak ışıkla can buluyor.
Artık, nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Parisinizi özlerim! Değirmenimden öyle hoşnutum ki! Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, paytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu, ılık bir köşe! Çevremde ne güzel şeyler var! Henüz yerleşeli sekiz gün olmadan, içim anı ve izlenimlerle dolup taşıyor... Bakın, daha dün akşam yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim. Vallahi bu hafta içinde Paris tiyatrolarında taze taze gördüğünüz bütün o oyunlara bu görünümü değişmem. Siz hak verin!
Şunu bilin ki, Provence'ta sıcaklar başlayınca, davarı Alplere göndermek görenektir. Hayvanlar ve insanlar bir arada, yukarıda açık havada, bellerine değin ota gömülü, beş altı ay kalır; sonra, güzün ilk serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu; sabahtan beri çiftlik kapısının iki kanadı da ardına dek açıktı, ağıllar taze samanla doluydu. Herkes, saat başında, birbirine "Şimdi Eyguières'e varmışlardır; şimdi Paradou'dadırlar," diyordu. Sonunda akşama doğru, "İşte göründüler!" diye bağrışıldı. Artık ta uzakta, sürünün bir toz bulutu içinde yaklaştığını görüyoruz. Sanki bütün yol sürüyle birlikte yürüyor gibi.
Başta tos vurur gibi boynuzlarını uzatmış, yaban yaban, yaşlı koçlar yürüyor, arkada da yavrulamışları biraz bezgin, kuzuları ayak altında, bütün koyun sürüsü geliyordu. Sonra bir günlük kuzuları küfede sallaya sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonra dilleri bir karış sarkmış, kan ter içinde çomarlar, daha sonra da harmani gibi topuklarına dek inen devetüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı çoban.
Bütün bu topluluk, keyifli keyifli önümüzden geçiyor; bir sağanak gürültüsüyle yeri çiğneye çiğneye kapıdan içeri dalıyordu. Evdeki telaşı görmeliydiniz! Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı kocaman tavuslar, tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve korkunç bir boru sesiyle karşıladılar. Kümes halkının uykusu başına sıçradı, herkes ayakta: Güvercinler, beçtavukları, ördekler, hindiler, hepsi... Bütün kümes çılgına döndü, tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her koyun kendi postunda yabanıl bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından biraz getirmiş.
İşte böyle bir gürültü patırtı içinde, sürü yerine yerleşiyordu. Bu nasıl da hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce, yaşlı koçların gözleri sulanıyor, kuzular, miniminileri, yolda doğup da çiftliği hiç görmemiş olanları, şaşkın şaşkın, çevrelerine bakınıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin haliydi: O sürünün çevresinde harıl harıl koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar kendilerini çağırsın, kuyunun ağzına dek soğuk suyla dolu kovası, istediği kadar onlara işaret etsin; boşuna! Onlar, sürü ağıla girmedikçe, küçük çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak tavanlı yemekhanede sofra başına oturmadıkça, hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Ancak o zaman kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve tiritlerini yalayıp yutarken, o kurtların dolaştığı ve ağızlarına dek çiğle dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunduğu karanlık diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.

BEAUCAIRE YOLCU ARABASI

Buraya geldiğim gündü. Pek öyle uzun boylu yollara düşmeden arabalığına dönüvermek olanağı varken, sırf çok uzaklardan geliyormuş duygusunu vermek için, yol boyunca salına salına dolaşan köhne bir salapuryaya, yani Beaucaire yolcu arabasına binmiştim. Üst katta, arabacıdan başka, beş kişiydik.
Önce, kısa boylu, tıknaz, kıllı, yabanıl hayvan kokan, iri gözleri kan çanağı, kulaklarında gümüş küpelerle bir Camargue korucusu, sonra iki Beaucaireli ekmekçiyle hamurcusu, ikisi de kıpkırmızı, tıknefes, ama yandan bakılınca profil görkemli, sanki Vitellius'un suratı kazınmış iki Roma madalyası... Bundan başka, en önde, arabacının yanında bir adam... Yoo, özür dilerim; bir kasket... Ağzını açmadan, üzgün üzgün yola bakan, tavşan derisinden kocaman bir kasket.
Bütün bu adamlar birbirlerini tanıyorlar ve hiç çekinmeden, yüksek sesle kendi işlerinden söz ediyorlardı. Camarguelı birisi, bir çobana yaba salladı diye, Nimes'daki sorgu yargıcının karşısına çıkarıldığını ve oradan döndüğünü anlatıyordu. Eh, Camarguelıların kanı kaynar doğrusu... Ya Beaucairelilerinki? Az kalsın Meryem Ana yüzünden birbirlerini boğazlayacaklardı. Sanırım ekmekçi, Provencelıların öteden beri "Anacık" dedikleri, hani o İsa çocuğu kollarında taşıyan Meryem Ana'ya bağlı kilisenin bağlılarındanmış. Hamurcusuysa, tersine, erden Meryem'e, hani kolları sarkık, ellerinden ışık saçan ve gülümseyen o güzel betime [tasvire] adanmış yepyeni bir kilisede ilahi okurmuş. İşte kavganın nedeni buydu. Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi:
- O senin erden dediğin karının maşallahı vardır!
- Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur!
- Seninki Filistin'de az mı fındık kırdı!
- Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kim bilir ne haltlar etmiştir. İstersen bir sor bakalım, Yusuf Neccar'a!...
Bir bıçak bıçağa gelmedikleri kalmıştı. Hani o da olsaydı, insan kendini Napoli rıhtımlarında sanacaktı. Arabacı işe karışmasaydı, belki de bu güzel din tartışmasının sonu kötüye varacaktı. Bereket versin arabacıya. Beaucairelilere gülerek:
- Bırakın canım! Şu Meryem Ananızla kafa şişirmeyin! Bunlar, karı dedikodusu, karı. Erkekler böyle şeylere karışmaz! dedi ve her şeyden kuşkulanan bir adam tavrıyla kırbacını şaklattı. Onun bu hali, herkesi kendisine hak verdirdi.
Tartışma kesilmişti, ama bir kez coşmuş olan ekmekçi, içinde kalanları da şöyle bir boşaltmak istiyordu. Tuttu, köşesinde sessiz ve üzünçlü oturup duran zavallı kaskete, alaycı bir tavırla:
- Ya senin karı, bileyci?... dedi, seninkinin Meryem Anası, hangisi?
Bu tümcede pek gülünç bir cinas olmalı ki, bütün üst kattakiler hep birden, bastılar kahkahayı... Bileyci, gülmüyordu; sanki işitmemiş gibiydi. Ekmekçi, bu hali görünce, bana döndü:
- Karısını bilmezsiniz, değil mi mösyö? Acayip karıdır vesselam! Beaucaire'de bir eşi daha yoktur.
Gülüşmeler arttı. Bileyci kıpırdamadı bile. Yalnız, başını kaldırmadan, yavaşça:
- Sus be ekmekçi! demekle kaldı.
Ama bu hınzır ekmekçinin susmaya hiç de gönlü yoktu, yeniden tutturdu:
- Aman Allah! Böyle bir karısı olan herifin acınacak nesi var? İnsanın öylesiyle canı sıkılır mı hiç? Değil mi ya?.. Yosmayı her altı ayda bir kaçırırlar. Dönüşte de size bol bol öyküler anlatır... Hem canım, öyle karı kocalığa can kurban! Bakın, mösyö, daha evleneli bir yıl olmuştu ki, hop, karı bir çikolata tüccarıyla İspanya'ya kapağı attı. Kocası evinde yapayalnız kaldı. Zamanını ağlamakla, kafayı çekmekle geçirdi. Bir zaman sonra, gördük ki yosma, İspanyol kılığında, elinde bir zilli tef, memlekete dönmüş! Kendisine!
- Aman! dedik, saklan; herif seni öldürecek!..
Öldürmek ha!.. Allah için!.. Kuzu kuzu yine karı koca oldular. Karı tuttu, kendisine zilli tef çalmayı bile öğretti.
Yine kahkahalar koptu. Bileyci, köşesinde, yine başını kaldırmadan mırıldandı:
- Sus be ekmekçi!
Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
- Belki de bu yosma, İspanya'dan döndükten sonra, artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!.. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol'dan sonra, bir subay peydahladı, sonra Rhône'da sandalcılık eden bir herif, daha sonra bir çalgıcı, daha sonra... yine birisi!.. Asıl işin hoş yanı, her seferinde aynı güldürü. Karı gitti mi, seninki ağlar; bir de dönüp geldi mi, çektiklerini çabucak unutur. Her zaman karıyı kaçırırlar, her seferinde herif yine kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır ha! Lokman hekimin ye dediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak; üstelik süt gibi bir ten, erkek gördü mü, hemen gülüveren ela ela gözler... Sözün kısası, Parisli mösyö, Beaucaire'e yolunuz düşerse...
Zavallı bileyci, yürek paralayan bir sesle:
- Ah, sus be ekmekçi! dedi. Yalvarırım sana...
Tam o sırada araba durdu. Anglores Çiftliği'ne varmıştık, Beucairelilerin ikisi de burada inecekti. Doğrusu, onları alıkoymak aklımdan bile geçmedi. Hınzır ekmekçi! Çiftliğin avlusundan hâlâ kahkahası duyuluyordu.
***
Bu adamlar gidince, arabanın üst katı boşalmıştı sanki. Camarguelı da Arles'da indi. Arabacı yolda, atlarının yanı sıra yürüyordu. Yukarıda, her birimiz kendi köşemizde, bileyciyle ben kalmıştım. Susuyorduk. Hava sıcaktı, arabanın meşini sanki yanıyordu. Zaman zaman gözlerimin kapandığını, başımın ağırlaştığını duyuyordum. Ama uyuyabilirsen uyu! Kulağımda hep o yumuşak, o insanın içini burkan "Sus be, yalvarırım sana!" sözü... Zavallı adam, o da uyumuyordu. Arkadan, koca omuzlarının ürperdiğini, elinin, o solgun ve kaba elinin yaşlı bir adamın eli gibi sıranın dayanılacak yerinde titrediğini görüyordum. Ağlıyordu...
Arabacı birdenbire bana:
- Parisli, geldik artık! diye seslendi. Kırbacıın ucuyla da, üstünde kocaman bir kelebek gibi iğnelenmiş değirmeniyle bizim tepeyi gösteriyordu.
Hemen inecektim... Bileycinin yanından geçerken, şu kasketin altına bir bakayım dedim. Gitmeden önce kendisini görmek istiyordum. Zavallı, niyetimi anlamış gibi, birdenbire başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. Boğuk bir sesle:
- Bana iyi bak, arkadaş! dedi, günün birinde Beaucaire'de bir cinayet olduğunu duyacak olursan, hiç çekinmeden katilin kim olduğunu biliyorum diyebilirsin!
Yüzü küçücük solgun gözleriyle, nasıl da sönük ve üzünçlüydü. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu seste kin vardı. Kin, zayıfların öfkesi!.. Karısı olsaydım, kendisinden sakınırdım!

CORNILLE USTA'NIN GİZİ

Ara sıra, geceleri bizde şarap içerek vakit geçiren Francet Mamai yok mu? Hani canım, şu yaşlı fifreci! İşte o... Geçen akşam, yirmi yıl önce bizim değirmende geçen küçük bir köy faciasını anlattı. Adamın öyküsü bana öyle dokundu ki, ben de size duyduklarımı olduğu gibi anlatmak istiyorum:
Bir an düşünün sevgili okurlarım; buram buram kokan bir şarap testisinin önüne oturmuşsunuz da, yaşlı bir fifreciyi dinliyorsunuz.
Ah efendim, bizim memleket, eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden burada değirmencilik öyle işlek bir sanattı ki, çepeçevre on fersahlık yerden, çiftlikler öğütülecek buğdayı bize getirirlerdi. Köyü saran tepeler, yeldeğirmenleriyle kaplıydı. Sağda, solda, mistral (*) esince çamların üstünden, dönen kanatlarla, yollar boyunca inip çıkan çuval yüklü eşek katarlarından başka bir şey görülmezdi. Bütün hafta, yukarıdan gelen kırbaç seslerini, kanat tıkırtısını, değirmenci çıraklarının deh-çüşünü dinlemek, ne hoştu!... Pazarları, öbek öbek, değirmenlere giderdik. Yukarıda değirmenciler, bize şarap sunarlardı. Hele değirmenci kızları! Dantelalı atkıları ve altın haçlarıyla, kraliçeler gibi güzeldiler. Ben de fifremi getirirdim; gece oluncaya dek dans edilirdi. Değirmenciler, bizim memleketin şenliği, zenginliğiydi.
Ne yazık ki, Parisli birkaç Fransızın aklına, Tarascon yolu üzerinde bir un fabrikası kurmak geldi. Bilirsiniz ya, eskinin alıcısı olmaz, derler. Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar. Zavallı yel değirmenleri, böylece işsiz kaldı. Başlangıçta, bir süre dayanmaya yeltendiler; ama fabrika daha güçlü çıktı ve hepsine topu attırdı... Artık o küçücük eşekler gelmez oldu... Güzel değirmenci kızları, altın haçlarını sattılar... Ne şarap kaldı, ne de dans... İstediği kadar mistral essin, kanatlar artık dönmüyordu... Sonunda bir gün, belediye bu yıkıntıları yerle bir ettirdi ve yerlerine asmalar ve zeytin ağaçları dikildi.
Ama bu bozgun havası içinde, bir tek değirmen kafa tutuyor ve tepenin üstünde, fabrikacılara inat, boyuna dönüp duruyordu. Bu, Cornille Usta'nın değirmeniydi; işte şu anda içinde bulunduğumuz değirmen!..
***
Cornille Usta, altmış yıldan beri unlar içinde yaşamış, sanatına çılgın gibi bağlı, yaşl bir değirmenciydi. Fabrikaların kurulması onu deliye döndürmüştü. Tam bir hafta, köyün içinde sağa sola başvurdu, halkı başına topladı, fabrika unuyla Provence halkını zehirlemek istediklerini bağıra çağıra söyledi, durdu. "Sakın ha, oraya gitmeyin," diyordu, "Bu haydutlar, un yapmak için buhar kullanıyor. Buhar şeytan işidir. Ama ben poyrazla, mistralle çalışırım. Poyrazla mistral, Tanrı'nın soluğudur..." Böylece yel değirmenlerini övmek için ne güzel sözler buluyordu; buluyordu, ama kimsenin kulak astığı da yoktu.
Bunun üzerine, yaşlı adam kudurmuşa dönerek değirmenine kapandı ve yabanıl bir hayvan gibi, tek başına yaşadı. Yanına torunu Vivette'i bile almak istemiyordu. On beş yaşındaki bu kız çocuğunun, anası babası öldükten sonra, dünyada ondan başka kimsesi kalmamıştı. Kızcağız, karnını doyurmak için şurada burada, çiftliklerde ekin kaldırdı, ipek böceklerine baktı, zeytin ağaçlarının dibini çapaladı. Oysa büyükbabası kendisini de pek sever görünüyordu. Sık sık torununu görmek için kızgın güneşin altında, ta kızın çalıştığı çiftliğe dek, saatlerce taban tepiyor ve yanına gelince de, saatlerce kızın yüzüne bakarak ağlıyordu...
Memlekette herkes, yaşlı değirmencinin, elisıkılıktan Vivette'i kapı dışarı ettiğini sanıyordu. Torununun böyle, bir çiftlikten öbür çiftliğe sürünüp durması, kahyaların kabalığına hedef olması, genç hizmetçiler dünyasının her türlü yoksunluğu içinde yuvarlanıp gitmesi, hep onun suçudur, deniyordu. Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o zamana dek herkesin saydığı bir adamın, yalınayak, başında delik deşik bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hiç de hoşa gitmiyordu... Öyle ki, pazarları kiliseye girdiğini görünce, biz yaşlılar, onun hesabına utanıyorduk. Cornille, bu durumumuzu anlamıştı; o da gelip ileri gelenlere ayrılmış olan sıraya oturmaktan çekiniyor, kilisenin bir yanında, kutsal su kabının yanıbaşında, yoksullarla birlikte ayakta duruyordu.
Cornille Usta'nın halinde, anlamını pek kavrayamadığımız bir şeyler vardı yine. Epey zamandan beri, köyden kendisine kimsenin buğday götürdüğü yoktu, ama değirmenin kanatları, yine eskisi gibi dönüp duruyordu... Akşamları, yollarda, önüne kocaman un çuvalları yüklü eşeğini katmış giden yaşlı değirmenciye raslayanlar çoktu. Köylüler ona:
- Akşamlar hayır olsun, Cornille Usta! diye sesleniyorlardı. Nasıl, değirmen hep dönüyor mu?
Yaşlı adam, neşeli neşeli:
- Hep dönüyor, çocuğum! diyordu. Tanrı'ya şükür, işsiz kaldığımız yok!
Bunca işi nereden bulduğu sorulunca da, parmağını dudağına götürüyor ve pek ciddi bir tavırla, "Aman susss!" diyordu. "Dışsatım için çalışıyorum..." Ağzından daha çoğunu kapmak olanaksızdı.
Değirmene ayak basmaya gelince, onu bir kalem geç. Vivetteciğin bile girdiği yoktu...
Önünden geçildikçe, kapının hep kapalı, kocaman kanatlarınsa hep dönmekte olduğu görülürdü. Kocamış eşek hep alandaki çimenlerin üzerinde otlar, pencerenin pervazında upuzun ve sıska bir kedi güneşlenir ve gelip geçene hain hain bakardı.
Bütün bunlar, halka gizemli geliyor ve herkesin çenesini yoruyordu. Cornille Usta'nın gizini, herkes kendine göre açıklıyordu. Ama genel kanı, bu değirmende un çuvalından çok altın bulunduğu yolundaydı.
***
Sonunda her şey ortaya çıktı. Bakın nasıl:
Genç kızlarla delikanlıları fifre çalarak dans ettirip dururken, bir gün, bizim oğlanların büyüğüyle Vivetteciğin birbirlerine abayı yaktıklarını anladım. Doğrusu bu işe hiç de kızmadım, çünkü ne de olsa Cornille adının aramızda onuru, saygınlığı vardı; hem sonra, o güzel kızcağızın evimde keklik gibi sektiğini görmek pek hoşuma gidecekti. Yalnız, bizim sevdalılar, birbirlerini pek sık gördükleri için, ne olur ne olmaz, bir kaza çıkmasın diye, hemen işi yoluna koymak istedim ve büyükbabaya konuyu çıtlatmak amacıyla değirmene yollandım. Yollandım ama, yaşlı büyücüye kapıyı açtırmak ne mü**ün! Anahtar deliğinden, zar zor, ne için geldiğimi anlatmak istedim. Söz söylerken, o Tanrı'nın belası sıska kedi, tepemin üstünde şeytan gibi pıhlayıp duruyordu.
Yaşlı adam sözümü bitirmeme bile zaman bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra çağıra söyledi durdu. Yok defolup gitmeliymişim, yok fifremle uğraşmalıymışım, yok oğlumu hemen evlendirmek istiyorsam, un fabrikasından kız almalıymışım... Elbette, bu kötü sözleri duyunca kan beynime sıçradı, ama yine kendimi tuttum; bunağı değirmende bırakarak döndüm ve çocuklara başıma gelenleri anlattım. Yavrucaklar bir türlü inanamıyorlardı. Her ikisi de birlikte, büyükbabayla görüşmek üzere değirmene gitmek iznini, bir iyilikmiş gibi isteyince, ben de olmaz diyemedim. Bizim sevdalılar da, fırt, hemen uçup gittiler.
Tam yukarıya vardıkları sırada, Cornille Usta değirmenden çıkmışmış. Kapı adamakıllı kilitliymiş, ama yaşlı adam merdivenini dışarıda bırakmış. Hemen çocukların aklına, pencereden girip şu ünlü değirmene bir göz atmak gelmiş...
Tuhaf şey! Değirmen taşının bulunduğu yer, bomboşmuş. Ne bir çuval, ne bir buğday tanesi... Ne duvarlarda, ne de örümcek ağlarının üstünde undan bir iz varmış. Değirmenlerde duyulan o sıcak öğütülmüş buğday kokusu bile yokmuş... Ana mil toz içindeymiş ve sıska kedi, üstüne çıkmış, uyuyormuş.
Alttaki odada da aynı durum... Kötü bir yatak, bir kaç paçavra, merdivenin basamağı üzerinde bir parça ekmek, sonra bir köşede, patlamış yerlerinden kireç ve alçı topakları dökülen üç, dört çuval...
İşte Cornille Usta'nın gizi buradaydı. Değirmenin onurunu kurtarmak ve herkesi içerde buğday öğütüldüğüne inandırmak için, akşamları yollarda dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsüydü. Zavallı değirmen! Zavallı Cornille!... Çoktan beri un fabrikaları, bütün işi ellerine almışlardı. Kanatlar, boyuna işliyordu, ama değirmen taşı boşta dönüyordu.
Çocuklar ağlaya ağlaya bana gördüklerini anlattılar. Onları dinledikçe, yüreğim parçalanacak gibi oluyordu. Hemen, dakika geçirmeden, komşulara koştum ve onlara, iki sözle konuyu anlattım. Hemen, evlerde tahıl olarak ne varsa yükletip Cornille'in değirmenine götürmeyi kararlaştırdık. Dediğimizi de hemen yaptık. Bütün köy halkı yola düzüldük ve buğday (ama bu kez gerçek buğday) yüklü bir eşek kervanıyla yukarıya vardık.
Değirmenin kapıları ardına dek açıktı... Cornille Usta kapının önünde, bir alçı çuvalının üstüne oturmuş, başını elleri arasına almış, ağlayıp duruyordu. Değirmene döndüğü zaman, kendisi yokken içeriye girdiklerini ve o üzücü gizi öğrendiklerini anlamıştı.
- Vah zavallı ben! diyordu, artık ölmekten başka umarım kalmadı... Değirmenin onuru bitti!
Değirmenine türlü türlü adlar takıp, ona bir insanmış gibi söz söyleyerek, yürekleri paralayan hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu.
Bu sırada eşekler, değirmenin önündeki düzlüğe varmışlardı; biz de, o eski zamanlarda olduğu gibi, var gücümüzle:
- Hey değirmenci! Hey, Cornille Usta! diye bağrışmaya başladık.
Hemen çuvallar kapının önüne yığıldı ve altın gibi buğday taneleri, her yandan yerlere döküldü.
Cornille Usta'nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
- Buğday bu! Tanrım! diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.
Sonra bize dönerek:
- Ah, yine bana geleceğinizi biliyordum, diyordu. Bütün bu un fabrikalarındaki herifler hırsızdır.
Kendisini omzumuza alarak alayla köye götürmek istiyorduk:
- Hayır, olmaz çocuklarım, diyordu. Her şeyden önce gidip değirmenime besinini vereyim. Ne zamandan beri ağzına bir lokma girmedi.
Zavallı yaşlı adamın, bir yandan çuvalları boşaltmak, bir yandan da unun incecik beyaz tozu tavana yükselirken değirmentaşını yönetmek için bir sağa, bir sola çırpınıp durduğunu gördükçe, hepimizin gözleri doluyordu.
Kendimizi övmek gibi olmasın, ama o günden sonra, yaşlı değirmenciyi hiç işsiz bırakmadık. Sonunda, bir sabah Cornille Usta öldü ve bizim son yeldeğirmenimizin kanatları bu kez sonsuza dek durdu... Cornille ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim! Bu dünyada her şeyin bir sonu var. Rhône boyunca gidip gelen pazar kayıklarının, kukuleteli boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası nasıl geçmişse, yeldeğirmenleri de artık tarihe karışmış olmalı!.

iiki özet bu kitabı hayal edemiyorum :lol:
 

Dampyre

Buralıyım
Kayıt
9 Nisan 2007
Mesajlar
3.218
Beğeniler
0
Şehir
Neptune..!
Şair Evlenmesi
Aşk-ı Memnu

kitaplarının özetlerini bulabilirseniz süper olur..

PS: bu yıl edebiyattan çekeceğimiz var Crying or Very sad
 

BaTTeRST_

Bilgiliyim
Kayıt
29 Ağustos 2007
Mesajlar
2.528
Beğeniler
0
Şehir
Jigsaw frower
şairin evlenmesi
ŞAİR EVLENMESİ
Müştak Bey adlı genç bir şair, kendi mahallesinde oturan Kumru’yu sever ve onunla evlenmek ister. Bu evlenmeye Ziba Dudu ve Habbe Kadın aracılık eder. Nikahtan sonra ona Kumru’nun yaşlı ve çirkin ablası Sakine Hanım’ı gelin olarak getirirler.

Dördüncü Fıkra
Müştak Bey, Ziba Dudu, Habbe Kadın, Sakine Hanım

Ziba Dudu: Evladım, gelin hanımı getirdik. Gel koltuğuna gir de köşeye oturt.
Müştak Bey: (Neşatından türlü türlü tuhaflıklar ederek Sakine Hanımı Habbe Kadın koltuklamış olduğu halde karşılar.) Vaay...
Ziba Dudu: (Habbe Kadına) A dostlar damak bey gelin hanımı görür görmez sevincinden bayıldı.
Müştak Bey: Hayır, sevincimden bayılmıyorum, kederimden yüreğime iniyor, ah!
Habbe Kadın: (Ziba Dudu’ya) A! Zavallı gelin hanımı bir titreme aldı. Amanın, al basmasın. (Sakine Hanımı Sandalyeye oturtur).
Ziba Dudu: İşte ömrün oldukça sana can yoldaşı olacak sevgili ayalin Sakine Hanım.
Müştak Bey: O bana can yoldaşı olacağına benim canım çıksa daha canıma minnettir.
Ziba Dudu: (Habbe Kadın’a) Adamlar, damat bey sayıklamaya başladı. Galiba safasından aklını şaşırmış.
Habbe Kadın: (Ziba Dudu’ya) Biçare hasretine kavuştuğu için sevinç delisi oldu.
Müştak Bey: (Hüzünle) Ah! Ah! Ah!
Ziba Dudu: Ağlama... Sen ağlayacağına düşmanların ağlasın.
Müştak Bey: Ah, düşmanlarım bu halimi bilseler nasıl gülerler.
Ziba Dudu: Haydi kuzum, gelin hanımın duvağını aç da yüzünü gör. Biraz gönlün açılsın.
Müştak Bey: Neye lazım!.. Yüzünü göreyim de bir kat daha yüreğim mi kalksın?
Ziba Dudu: Aç evladım, aç. Sevgilin olduğuna şüphen kalmasın. (Habbe Kadın’la beraber Sakine Hanım’ın duvağını, Müştak Bey’e açtırmak için cebreder.)
Müştak Bey: İstemem. (Elini çekerken Sakine Hanımın duvağıyla iğreti saçı kazaen eline ilişir, kalır. Ve Sakine Hanımın yüzü ve ak saçları açılır.) Bu ne?
Ziba Dudu: Vaay! Zavallı kızcağızın sırma gibi nazik saçlarını yolup çıkardı.
Müştak Bey: Ey, vakıa ak saçları beyaz sırma gibi, baksana nasıl parıl parıl parlıyor.
Ziba Dudu: Ay, o lakırdı ona değil, yenge kadınla banadır. Ben sana harf atmayı öğretirim. (Habbe Kadın’a) Haydi, yenge kadın gelin hanımı çabuk dışarı çıkar da nikahını kıyan efendiyi çağırt. Yanımızdaki kahvededir. Orada bulunan mahalleliyi alsın da gelsin. Şuna bir meram anlatsınlar.

Altıncı Fıkra
Müştak Bey, Ziba Dudu, Habbe Kadın, Ebüllaklaka, Batak Ese, Mahalleli

Ebüllaklaka: (Başında bir dildade ile tabdil-i kıyafet ve lisanıyla ayınları çatlatarak ve kafları patlatarak) Sanki bir telaş ile beni böyle uykudan kaldırıp da getirmenin ne manası var? Ortaoyuna çıkar gibi bakın şu kıyafetime! Ayıp... Gürültünüz noluyor?
Ziba Dudu: (Entarisinin ön eteğiyle başını örtmüş olduğu halde Ebüllaklaka’nın elini öper) Amanın efendim, güvey olacak şu herif, isteye dileye aldığı hanımı şimdi istemiyor. Bunun saçını başını yoldu. O şöyle dursun, yenge kadınla bana bir söylemediği edepsizlik kalmadı. Size nakletmeye utanıyorum.
Ebüllaklaka: (Müştak Bey’e) Vay namussuz, vay!
Müştak Bey: Efendim, kerem ediniz, bendeniz de bildiğim kadar hakikati size anlatayım.
Ebüllaklaka: Sen sus, sefih! Kadın ninen gibi biçare hatun yalan mı söyleyecek?
Ziba Dudu: Efendim, bu kızı mutlaka almalıdır.
Ebüllaklaka: Almalı ya! Almazsa, ırzına leke sürmüş demek olur. (Mahalleliye) Öyle değil mi, komşular?
Mahalleli: Hay hay!
Müştak Bey: Alamam efendim. Bunda bir yanlışlık var. Zira bana nikah ettiğiniz kız bu değildir. Bunun küçüğüdür. Ben, onu isterim.
Ebüllaklaka: Hayır, sana nikah ettiğim büyük kızdır.
Müştak Bey: Değildir.
Batak Ese: Efendi, biliyor musunuz ki, ben bunun daha bilmem nelerini bilürün. Durun size deyivereyin. Bekçi olduğumdan için geceleri mahallede dolanırken buna çat pat sokak ortasında irast geliyorum. Bir kere kendiciğine nereden geliyorsun diye soracak oldum. Bana ne garşuluk verse iyu. Taratordan (tiyatro) geliyon, demesin mi? Bu, beni maskaralığa almak değil de ne demektir? Bakın şu ahmağa!
Müştak Bey: Vay ferasetli adam vay!
Batak Ese: Feres atlı adam sensin, ulan hayvan! Bana kötü ilaf söyleyip durma. Şimdi sana fan fin demeyi gösterirün.
Ebüllaklaka: Bu herif hem edepsiz hem deli.
Batak Ese: Benim aklıma kalırsa hem hapisaneye koymalı, hem tımarhaneye.
Ebüllaklaka: Bana danışırsanız her şeyden evvel edepsiz ilamını alalım da bir daha mahallede oturtmayalım. Artık istemeyiz.
Mahalleli: İstemeyiz.

Yedinci Fıkra
Müştak Bey, Ziba Dudu, Habbe Kadın, Ebüllaklaka, Batak Ese, Atak Köse, Hikmet Efendi

Atak Köse: (Arkasında küfe ve bir elinde kürek ve bir elinde süpürge ile) istemeyiz.
Hikmet Efendi: (Dahi Atak Kösenin arkasından yetişerek) Ne istemiyorsunuz?
Atak Köse: Ben ne bileyin! Mahalleli istemeyiz diyor, ben de öyle diyorun. Elbette onların böyle demesinde hakkı vardır.
Hikmet Efendi: Ay, mahallelinin neden hakkı var?
Atak Köse: Hakkı olduğunu pek yavuz bilürün. Ama, bak doğrusu, neden hakkı olduğunu bilmen.
Hikmet Efendi: Öyleyse bilmediğin şeye ne karışıyorsun?
Atak Köse: Vay, neye karışmam? Ben de bu mahallenin galbur üstüne gelenlerinden değil miyin?
Hikmet Efendi: Sen kim oluyorsun?
Atak Köse: Daha hala sen benim kim olduğumu bilmiyo musun?
Hikmet Efendi: Hayır.
Atak Köse: Öyleyse sen de bilmediğini ne soruyorsun? Hay cahil, hal! Şimdi tutup da sana anlatacak mıyın ki, ben deheyy öteki mahallede kiracıyın ve bu mahallede süprüntücü başıyım diye.
Hikmet Efendi: Hay şaşkın hay!
Atak Köse: Senin de aklın olsaydı benim gibi şaşkın olurdun.
Ebüllaklaka: (Müştak Beyi göstererek) Vay, sen şunun gibi bir kabahatliye sahabet ediyorsun ha?... Rıza-yı kabahat ayn-ı kabahattir. Sen de onun gibi cezaya müstahaksın.
Hikmet Efendi: Aman efendim, ben kendi kabahatimi anladım, amma onun kabahati noluyor anlayamadım.
Ebüllaklaka: Daha ne olsun? Kendisine nikah ettiğim kızı istemiyor da onun küçüğünü istiyor. Bu ne demektir?
Hikmet Efendi: Efendim, gazaplanmayınız. (Gizlice bir para kesesi göstererek) Küçük kızı senden isteriz.
Atak Köse: Efendi, nedir o? Rüşvet mi alıyorsun?
Ebüllaklaka: (Batak Ese’ye) Ben öyle şey mi kabul ederim? İstemem. (Gizlice Hikmet Efendiye) Yan cebime ko. (hikmek Efendi keseyi onun yan cebine koyar.)
Atak Köse: Gizlice yan cebime ko mu diyorsunuz?
Ebüllaklaka: Hayır. Yan canibimde durma git, diyorum. Ta ki, benden şüphelenmeyesiniz.
Batak Ese: Galiba parayı almışa benziyorsunuz.
Ebüllaklaka: Haşa sümme haşa! Eğer ben paraya elimi sürdümse ellerim kırılsın.
Hikmet Efendi: Aman efendim, hakikat her neyse layıkıyla meydana çıkarın da, ona göre şanınıza düşeni işleyin.
Ebüllaklaka: Böyle kibarane yoluyla meramınızı ifade buyuruşunuzdan gönlümdeki hiddet gitti de yerine merhamet geldi. (Mahalleliye) Yahu, mahalleli! Ben bu işte bir başka türlü hakkaniyet görmeye başladım. Zira sonradan hatırıma bir şey geldi.
Mahalleli: Nedir o?
Ebüllaklaka: Hani nikahını kıydığım hanım büyük kızdır diye deminden ikrar etmiştim ya...
Mahalleli: Öyle ya!
Ebüllaklaka: Fakat büyük kız demekten muradım, yaşta büyük değildir, boyda büyük demek manasınadır. Zira büyük kız, kırk yaşını geçmiş olduğu halde damak beyin dengi olamaz. İşte benim bildiğim bu kadardır. Her bir zamanda ve her bir mekanda böyle, doğrucasına şehadet ederim.
Batak Ese: Hay hay.
Ebüllaklaka: (Habbe Kadın’) Yenge kadın, boyda büyük yani yaşta küçük olan asıl gelin hanımı var getir. Kendi elimle damat beye teslim edeyim, bir daha yanlışlık olmasın. (Hikmet Efendiye) Daha başka bir yanlış olmuş şeyler varsa söyleyin, onları dahi hasbice düzelteyim.



diğerini arıyorum extraokk
 

BaTTeRST_

Bilgiliyim
Kayıt
29 Ağustos 2007
Mesajlar
2.528
Beğeniler
0
Şehir
Jigsaw frower
aşk-ı memnu
AŞK-I MEMNU ROMAN ÖZETİ HALİT ZİYA UŞAKLIGİL



1) KİTABIN KONUSU:

Toplum kurallarına aykırı bir aşkı anlatır.



2) KİTABIN ÖZETİ:

Firdevs hanımın Peyker ve Bihter adında iki kızı vardır. Büyük olan kızı Peyker Nihat adlı bir adamla evlidir. Adnan bey Firdevs hanımın kızı Bihter’le evlenmek ister. Adnan bey iki çocuk sahibi olgun bir adamdır. Firdevs hanım Adnan beye gizliden ilgi duymaktadır. Fakat yinede kızını Adnan beye verir.



Bihter ve Adnan beyin evlilikleri gayet düzgün gitmektedir. Adnan bey kızı Nihal’i amcasının oğlu Behlül ile evlendirmek ister. Nihal buna için için sevinir. Fakat çapkın bir genç olan Behlül Firdevs hanımın kızı Peykeri sevmektedir. Bir gün bir piknikte Peyker’in ensesinden öper. Behlül amcasının hanımı Bihter’e de ilgi duymaktadır. Ve bir gün Bihter Behlül’ün odasına girer. Behlül Bihter’le biraz konuşmak ister. Bihter’e onu sevdiğini söyler. Bihter ise onu piknikte Peyker’i öperken görmüştür. Bu nedenle genç adama fazla inanmaz. Fakat bir süre sonra Behlül’ün yalanlarına aldanır ve onunla birlikte olur. Artık her gece birlikte olurlar.



Nihal üvey annesi Bihter’in bu gizli olayını öğrenir ve üzüntüsünden hastalanır. Sonunda Adnan Bey’de durumu öğrenir.Karsının yanına gider. Fakat karısı odayı açmaz. Çünkü kocasının durumu öğrendiğini anlar. Küçük bir tabancayla intihar eder.



Nihal iyileşir ve mutlu mesut hayatlarına devam ederler.



3) KİTABIN ANA FİKRİ:

Her şeyin güzellik olmadığını çoğu güzelliklerin başa bela getireceğini dile getirir.



4) KİTAPTAKİ ŞAHJISLARIN VE OLAYLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Adnan Bey: Orta yaşlı, zengin bir adamdır. İki çocuk sahibidir. Bihter’in kocasıdır.



Bihter: Gayet güzel, çekici ve çapkın bir kadındır.



Firdevs Hanım: İstanbul’un tanınmış ailelerindendir. Peyker ve Bihter’in annesidir.



Peyker: Firdevs Hanım’ın büyük kızıdır. Nihat’ın karısıdır.



Nihal: Adnan Bey’in kızıdır. Gayet duygulu bir kızdır.



Behlül: Adnan Bey’in yeğenidir. Çok çapkın bir kişiliğe sahiptir.



5) KİTAP HAKKINDA Kİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitap kişilerin psikolojik durumlarını gayet iyi tasvir etmiştir. Kitap akıcı ve anlaşılır bir dille yazılmıştır
 
Kayıt
13 Mart 2007
Mesajlar
767
Beğeniler
0
Bir Töre Komedyası özelliği taşıyan "Şair Evlenmesi", görücü usulüyle evliliğin sakıncalarını konu almaktadır. Batılı tutum ve davranışı, kılık ve kıyafetiyle pek sevilmeyen, eğitimli olmasına rağmen saf bir yapıya sahip Şair Müştak Bey, sevdiği Kumru Hanım'la, kılavuz ve yenge hanımlar aracılığıyla evlenmiştir. Nikah sonrasında kendisiyle evlendirilen kişinin, Kumru Hanım'ın çirkin ve yaşlı ablası Sakine Hanım olduğunu görünce önce bayılır sonra itiraz eder. Mahallelinin de işe karışmasıyla başına gelenleri kabul etme mecburiyetinde kalan Müştak Bey'in imdadına arkadaşı Hikmet Bey yetişir. Hikmet Bey'in mahalle imamına verdiği rüşvetle olay çözülür, yapılan hile sonuçsuz kalır.
sinasi tarafindan 1860 yilinda yazilan bir oyun. osmanli nin ilk modern tiyatro oyunu ayni zamanda.
 
Kayıt
20 Haziran 2007
Mesajlar
7.709
Beğeniler
0
BU ÜLKE
(CEMİL MERİÇ)

Bu ülke isimli eserinin şöyle bir toparlayıp özetleyeceğimiz Cemil Meriç, kitaplar hakkında istikbale yollanan mektup, simokin giyen heyecan ve mumyalanan tefekkür olarak tarifte bulunmaktadır. Kütüphaneyi de, bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzlükleriyle dolu mekan tayin eder ve bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı liyakattir. Mabede bayağılar giremez ona göre. Cemil Meriç’in tanımladığı bu mabede girmeye layık insanların azlığı nekadar gerçek ise böyle insanların yetişip meyve vermesinin zorluğu da o kadar gerçektir.

20. yüzyıl fikir ve aydınlanma döneminin Türk insanı içinden fikri, askeri ve stratejik deha olarak Atatürk’ü çıkarmasının büyüklüğü kadar, Cemil Meriç gibi edebi ve fikri dehaların da çıkması mabede girmeye layık olanların artması bakımından dikkate şayandır.

Bu özeti hazırlamanın zorluğunu, bir öğrencinin hocası hakkında takdirde bulunmasıyla kıyaslayarak tespit edebilirsiniz. Cemil Meriç gibi bir üstadın ifadelerinin bizim ifadelerimizle ne kadar hacimli bir metinler dizisine dönüşeceği müphemdir. Bir sanat galerisinde bulunan resim eserlerini, başka bir mekanda bulunan birisine metinlerle izaha çalışmak tadını bilmeyene balı anlatmak gibidir. Bizim de üstadın “Bu ülke”sini anlatmamız bir üstadın fırçalarından çıkmış resmi kelimelerle anlatmak gibi olacaktır.

Okurken “Ne güzel kitap!” diye tanımladığınız bir kitap hakkında “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru” veya “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım” şeklinde önce okuyucunun teslimiyetinin gerekliliğini bildiriyor yazar. Sonra anlamak ve sonra hüküm.
Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini birden söylemez yazar. Söylemek de istemez. Cemil Meriç’in yazılarını okurken de yazarın belirttiği şekilde siz onun söylemek istediklerini, sislerin arkasında şekillenmekte olan siluetin heyula gibimi olacağını ya da masal ülkesinin büyüleyici güzelliklerinin mi ortaya çıkacağını okudukça anlarsınız. Sislerin arkasında cisimlerin ortaya çıktığını görürsünüz, fakat bu cisimler kah cam gibi net, kah fludur. Fotoğrafçının kimyayı kullanarak sanat yaptığı gibi… Aynı zamanda bu sis aralanırken cesursunuz ve meraklısınızdır. Altın bulmaya ümitli simyacı gibi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz.

Yazar, entellektüel hayatı üzerinde etki yapan kitaplardan söz etmiş. Belki bizlere geleceğe silinmez izler kazıyabilen bir kalemin ortaya çıkışını anlatmak için. Rıza Tevfik’in “Kamus-u Felsefi”si, Selim Sırrı’nın “Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı”, İbrahim Ethem’in “Terbiye-i İrade”sini kaderini tayin eden kitaplar olarak tanıtıyor. Suç ve Ceza baştan sona okumuş olduğu ve çevirdiği ilk yabancı kitap. Bu kitabı anlarken Şemsettin Sami’nin Kamus’unu karanlıkta fener olarak kullandığını da belirtiyor yazar.

Cemil Meriç’in yazılarında önce karşınıza yalnız, tedirgin ve küstah bir adam ortaya çıkar. Kendini üvey evlat olarak görür bu cemiyette. Şahsiyetini bu düşman çevrede şekillendirir. 1940’lara kadar yazılarını ukalaca bulur. Çıraklık dönemim dediği 50 yaşına kadar düşünceyi Batı düşüncesi olarak bilir. Buna Batının gözüyle dünya düşüncesi de diyebiliriz. Dilini unutan bir nesli gördükçe kahroluyor Cemil Meriç bu çıraklık döneminde. Öğretmenlik yaparken Batı düşüncesini tanıtmak için çırpınıyor. Ya Batılı olacağız, ya da Batı kültürünün azat kabul etmez sömürgesi.

Onun bu dönem yazılarında ırk olarak Türk olduğundan Türkçülüğü seçtiği ve yeni bir arayış ve yeni bir bütünleşme ümidi gördüğüne dayanarak Türkçü yazar niteleyebilirdiniz. Belki de Marks’ı tanımaya çalıştığı dönemlerde, Marksist olarak köşeye sıkıştırıldığını anladığında, ruhi buhranlarından bir sığınak, bir kaçış, bir yaşama gerekçesi gördüğü Marksizm’e sarıldığını görüp Marksist sanabilirdiniz onu. Ve sonra Sosyalizm. Hatta, sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacağı bir kale olarak gördüğü Ateizm. Ve maddecilikle gerdeğe girmeden kısa bir flört.

Fakat O, 1968’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirt olarak görüyordu kendini. Siz onu neci olarak nitelerseniz fark etmez. O başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu çıraklık döneminde.

Yazar o dönemin problemlerine kimsenin kafa yormadığından yakınıyor. Sağı inzivaya çekilmiş mazlum ve mustarip, solu da manasını anlamadığı bir reçeteyi kekelerken buluyor. Düşmanlık ve diyalogsuzluğun kırılamayan fasit daire olduğunu belirtiyor. Bu memleketin ona göre cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi ise, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Yazara göre düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmektir. Düşünmek, özellikle insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla olur. Demokrasi ve liberalizmde bu yasak bölgeleri kaldırmak demektir.
Yazar buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi bir tarikatın sözcüsü olmadığını, reçete yazacak bir formülünün olmadığını da belirtiyor. Dar ağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye saygı olduğunu ifade ediyor.
Yazar bu ülkede düşüncenin değil ideolojinin ön planda olmasından duyduğu yakınmaları sık sık dile getiriyor. Dört yıl Hindistan’ın Ganj kıyılarında vecitle dolaşıp sağcı olarak nitelenmesine, 20.yy onunla başlamasına rağmen iki yıl Saint-Simon’la uğraşmasına da solcu etiketi yapıştırılmasına şaşıyor. Halbuki yazar araştırmalarını etiket için değil ideal uğruna yapıyordu. Hint’i yazarken amacı Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, kuruntuları ve iftiraları yok etmek idi. Fakat her iki kitap peşin hükümlerin rahatını kaçırdı. Ne sol memnun oldu ne sağın hoşuna gitti.
Yazar sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez tutumları onu gericilerin kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar kitaplarını okuyunca anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından bir tehlike oluşturmadığını belirtiyor.
Yazar o dönemin rüzgarına neden kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün, Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde siz basın” diye çözüm gösteriyor yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün olmuyor. Sol,sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu belirsiz ihanet. Düşünce birliği rüzgarda yanan kandil misali çünkü birlik düşünen insanlar arsında olmaktadır yazara göre. Hedef düşünen insan olmaksa, yazara göre düşünülmeyenlerin toplandığı herhangi bir tarafta olmak da anlamsız. Yazara göre kaleminin kuvveti mümkün olduğu kadar tarafsız oluşundan kaynaklanmaktadır. Onun hükümlerini tayin eden ihtirasları değil… Tek kurtuluş imkanı da izahların dünyasına yolculuk ve fetih.
Yazarın İstanbul’da çıkan ilk yazıları ancak tercüme bürosunun kepazeliklerini ortaya çıkarmıştır. O edebiyata sürünerek değil, prens olarak girmiştir. Ondaki ilerleme ağacın dal-budak salıp büyümesinden başka izah edilemez. Dolayısıyla ilk yazılarıyla son yazıları arasında büyük bir fark beklenmez Cemil Meriç’ten.
Üslupta ilk üstad gördüğü Sinan Paşa’dır, sonra Süleyman Nazif, Cenap ve Haşim. Cemil Meriç’in amacı okuyucuyla yazarı ayıran engellerin hepsini yok etmektir. Yazar öyle bir ifade yaratmak istiyor ki sesini bütün hiziplere duyursun, attığı bir alev Türk insanının uyuşuk şuuruna mızrak gibi saplansın.
Yazara göre gerçek entellektüel sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı, ülkesinin haklarını düşman dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu sınıfın ideolog veya demagogu olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek önemli. Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir “Bu Ülke”de. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya anlaşılmaz.
Bu ütopyadan öteye gidebilmek için en mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir. O silahla karanlıkları devirip, aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal olacak, ebediyete yol açacak fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre.
Yazarın ilginç bir yönünü de tespit ediyoruz yazılarında. Hakikatte kendilerini konuşturduğu düşünce adamları, bir yönüyle yazarın tercümanlarıdır. Yazar, bir Balzac’ın bir İbn Haldun’un bir Machiavelli’nin arkasına gizlenmekte ve kendini bulmaktadır onlarda. Onları seçme nedeni kendini sahneye çıkarmak istememesi, bir şöhretin arkasına gizlenme ihtiyatından, bazen de onlarla boy ölçüşebileceğini kanıtlamak gibi bencillikten gelmektedir kendince.
Cemil Meriç’e göre bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da gerek yoktur. Fakat bu eksikliği telafi edecek ölçüde dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri, hakkında ansiklopedi yazacak kadar tanısın. Asillerini adilerinden ayırsın. Hiçbir düşünce taşımayan, kimse tarafından anlaşılmayan karanlık kelimeler vardır. Ama yine de onlar için yaşayıp ölen herkesin ağzındadırlar. Her dilden lügatlar elinizde bulunmalı ki okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmasın.
Avrupa’nın tahlilci zekası bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye böler. O’na göre dini kültürle dini olmayan kültür farklı kavramlardır. Dünyevi diyerek kültürü toprağa zincirleyen anlayış da bir ideoloji yani bir aldatmaca değil midir? Batının dünyevi dediği kültür, yazara göre Batı’nın hakimiyetini sağlamlaştırmak için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideolojidir. Haçlı seferlerinden beri saldırının amacı tektir. Kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla kazanmak. Tahrip edeceklerinin yerine sahtelerini yerleştirmek için kullandıkları araçlar ise ideolojilerdir.
Cemil Meriç’e göre Avrupa’nın tanzimattan beri emeli de Türk aydınındaki mukaddesi öldürmek, onun yerine kendi mukaddesini aşılamak olmuştur. Avrupa’nın bir mukaddesi zaten yoktu, amacı düşmanını istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz “etnik” bir toz yığını haline getirmekti.
Cemil Meriç’in, “Bu Ülke”de ilerlerken edebiyat ve fikir dünyasının karanlık dehlizlerini aydınlattığını, bizim göremediğimiz hayret verici yanlarına şahit olduk. Kendini ve bakışlarını iç dünyasına çevirip şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşmasını anlattı bize. Entelektüel bir yazarın nasıl derece derece yoğrulduğunu gösterdi bize. Kendine orijin olarak Batı ve Batı düşüncesini alıp daha sonra, entellektüelin bütün eksenlerde dolaşsa da gerçeği ifade edebilmeyi öğrendik yazardan. Çünkü O’nun da düsturu Daniel de Foe’nin tabiriyle “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa,hem budala, hem de alçaktır”olmuştu yazılarında.
Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman tasvip etmediğini, özellikle sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı-solcu gibi anlamsız tasnifler yapıldığını keşfettik yazılarında.
Yazılarına da aksettiği gibi hayatına iki kelime hakim olmuştur yazarın: öğrenmek ve öğretmek. Gördüklerini çağdaşlarıyla görüşmek ve tattığı zevki onlara da tattırmak tek emeli olmuştur her zaman.
Türk edebiyatının duayenlerinden Cemil Meriç’in “Bu Ülke” isimli kitabının özetini çıkarmayı amaç alarak yazıya başladık. Fakat kitabı okuyanların da göreceği gibi, resmin bir karakalem çalışmasıyla benzerini aldığımız bile söylenemez.
öm olarakta attım ...
 
Yukarı Alt